14 Ocak 2016 Perşembe

Gidenler ve Kalanlar

Ölenler için mi üzülmeli yoksa yaşamaya devam edenler için mi diye sordum? "Tövbe tövbe" dedim sonra, çok eskilerden kalan bir alışkanlıkla. "Gidenler görevlerini tamam edip gittiler ve kalanların hala yapacak bir şeyleri var ki kaldılar" dedi içimdeki ses. 

Oradan bambaşka düşüncelere daldım. 
Çok eskilerden, bizim "kadim" dediğimiz zamanlardan kalanları düşündüm. Vermişler o zamanın insanları kendi sınavlarını, hakkıyla. Biz ise, bir sonraki aşamada bocalayıp duruyoruz. 

Hani bilgisayar oyunlarında olur ya, "bir sonraki aşama". İşte o bir sonraki seviyede; dinler, diller, ırklar girmiş devreye. "Modern hayat" dediğimiz bu kurgulanmış düzen girmiş: işler, paralar, mülkler... Şaşırtmacalar, sahte meşguliyetler, dikkat dağıtan bir sürü unsur ve yalan duygular. Sonra, "haydi" denmiş bizlere, şimdi tamamla görevini. 

Görevin ne olduğunu farketmekle geçmiş ömrümüz. Tekrar ve tekrar. Üzüntümüz sahte, sevincimiz sahte, gururumuz sahte. "Sahip ol"duğumuz ne varsa sahte. 

Gidenler görevlerini tamam edip gitmişler. Ve kalanlar arkalarından üzülmüş, üzülmüş ve üzülmüşler. 

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Öte-ki

Son dönemde çevreme baktığımda hep bir bölme - bölünme, ötekileşme - ötekileştirme sorunu görüyorum. İnanılmaz bir kutuplaşma içerisinde yaşıyoruz. Bundan öylesine rahatsızlık duyuyorum ki, yine kendi limanıma sığınıyor, içime dönüyorum. 
Fotoğraf: Aylin Erözcan - Öteki İstanbul 

İşin "ilginci", orada da durum pek farklı değil. Elif Şafak'ın Siyah Süt'ündeki kadınlar gibi, bir sürü kadın içimde oturmuş, birbirlerini yiyorlar. Dün dostla konuşurken farkettim: içimdeki kocaman kadınlar, yanı başlarında duran küçük kızları azarlıyor da azarlıyor. (Sonra o küçük kızlar da, dışarıdaki oğlanlara sarıyorlar.) Küçük kızlardan biri, sürekli ağlıyor. İlgi, sevgi ve şefkat bekliyor. "Çok haksızlığa uğradım, boyumdan büyük acılar yaşadım ben." diye haykırıyor. İçlerinde en iri olanı hemen alıyor sazı eline. Nasıl da kendinden emin, omuzlarını geriye doğru atıp, kocaman memelerini gere gere "Geçmiş geçmişte kalır. Sus bakalım sen. Senin yüzünden bir ağız tadıyla yaşayamıyoruz iki günlük dünyada" diyor. Saçları hafiften ağırmaya başlamış olanı "Affet geçmişi" diyor. "İzin ver, gitsin" Ama küçük kız, ne bunları dinleyecek, ne bunları anlayacak yaşta değil. Üstelik sürekli itilip kakılmaktan da sıkılmış. Daha da şiddetle ağlamaya başlıyor. "İşte" diyor, "zaten beni kimse anlamıyor(sevmiyor)" 
Latif Demirci - İçimdeki Sesler Korosu (Siyah Süt)

Oysa, ne diyorduk: Çocuklarımızın duygularını anlayacağız. Onlara hak vereceğiz. Hatta hak vermek de yanlış bir ifade, çünkü duygunun haklısı-haksızı olmaz. Çocuklarımızın duygularını kabul edeceğiz. "Neden ağlıyorsun ki şimdi?", "Of, bunda üzülecek ne var", "Ama bu kadar öfkelenmen çok kötü" derken yakalarsak kendimizi, hemen acı biberimizi devreye sokacağız. "Neden ağ.." diye başladığımız cümleyi, "Neden ağladığını bana da anlatmak ister misin?" ile bitireceğiz. Sonra o küçük kız, neden hala ağladığını anlatacak bize. "Affetmek" çok ama çok şık bir örtü. Ve olgun/bilge/iyi insanlar affederler. Ama bu kız henüz affetmeye hazır değil. Çünkü tüm acılar ve sorunlar, üzerleri örtülmüş bir şekilde orada öylece duruyor. Önce yatağınızı toplamazsanız, üzerine örttüğünüz örtü hiç de şık durmaz. Affetmeden önce, ortadaki dağınıklığı toplamanız gerek. O küçük kızı dinlemeniz, anlamaya çalışmanız, olduğu gibi kabul etmeniz ve eğer yardımınıza ihtiyacı varsa ve bunu talep esiyorsa yardım etmeniz... Belki sizin düşündüğünüzden çok daha güçlü. Ama siz onu sürekli susturduğunuz için, o da çaresizliğine daha da sığınıyor. Büyümüş gibi yapıyor. Annecilik oynuyor. Hatta komşuculuk oynarken kocaman kocaman laflarla, komşu kadınların dedikodularına bile karışıyor: "Şu üst sokakta oturan nemrut suratlı, çatık kaşlı kadın var ya hani..."  

Ne diyorduk, öteki! Biz, içimizde bile bu kadar bölünmüşken, "Git öte" diye bas bas bağırırken ruhumuzun her bir ayrı parçasına, nasıl olacak da dünya "bir"lik üzerin(d)e dönmeye başlayacak bir günde? "Ben" içinde barış yoksa, boşuna barış hayalleri kurmayalım. Ben içinde birlik yoksa, boşuna birliğe inandığımızdan bahsetmeyelim. Önce kendi çöplüğümüzde dirlik sağlamadan, dışarıda birlik hayalleri kurmak da yine o küçük kızlardan birinin işi olsa gerek! 
Give Peace a Chance - Inner and Outer

(Dirlik kelimesi, "diri"lik kelimesi ile aynı kökten olup; canlılık, hayat, yaşayış anlamlarından türemiş. Aynı kökten hayat anlamına gelen "dirim" kelimesi de türemiş. Dernek, meclis anlamına gelen "derim" sözcüğü ile etimolojik açıdan bir akrabalığı var mı bilmiyorum ama ses akrabalıkları aşikar. Ve Dirlik, dirim ve derim sözcükleri yan yana geldiğinde, birliğe ait çok fazla şey anlatıyorlar)

25 Haziran 2015 Perşembe

Öz-gür-lük

Öz, Özgü, Özgür! Özgürlük.
Kendi özüne uygun davranabilme.
Kendine fırsat verebilme.
Kelimelerin ne kadar güzel bir akrabalıkları var birbirleri ile.
Aslında "dil" dediğimiz şey, atalarımızın bizlere verdiği mesajlardan ibaret.
Eğer "öz"üne uygun davranamıyorsan, özüne uygun davranmana engel olan herhangi bir hal ve durum varsa, özgürlükten bahsedemezsin.
Bu şekilde söylendiğinde ne kadar basit geliyor, değil mi? Öz'üne uygun davranmak!
Oysa öncelikle özünü aramalı ve bulmalısın, özgür olabilmek için.
Sonra, bu öze uygun davranmayı öğrenmelisin.
Ve dahi, bu uygun davranışı gerçekleştirebilmek için kendine fırsat/izin verebilmelisin.
Hayatta hep aynı durumla karşılaşıyorum. En basit şeyler, hep en karmaşık hale getirdiğimiz şeyler oluyor. Öz'ümüz, orda bir yerlerde. Hatta tam burada. Ama unutuyoruz. Nerede olduğunu, nasıl olduğunu. O kadar "inkar" üzerine kurulu ki varoluşumuz. Öz'ümüzü inkar ile varolmaya çalışıyoruz.

Eskiden, kendimle bitmek bilmez bir kavgam vardı. Ne geçmişimle, ne şimdimle barışabiliyordum. Kendimi sürekli azarlıyor, kendime cezalar veriyor, kendi kendimi "adam" etmeye çalışıyordum.

Sonra, farkettim ki, aslında kendime kendi gözlerimle bakmıyorum. Sürekli "başka" gözlerden görüyorum kendimi. Bu yüzden de eleştirip, çekiştirip, tartaklayıp duruyorum.


Daha da sonra, kendime bakmayı bıraktım. Boşverdim diyelim. En azından, artık kendi kendimle kavga etmekten vazgeçmiştim. Ama bu kez de, kendi kendimle sonsuz bir konuşma haline girdim. Sürekli kafamın içinde sorular soruyordum. Sorduğum sorulara yanıtlar veriyordum. Kafamın içindeki bu dırdırdan öylesine yoruluyordum ki, kendi kendime bulduğum yanıtları uygulayacak takatim kalmıyordu.

Bu kez, kendi kendime sorular sormayı ve yanıtlar bulmayı da bir kenara bıraktım. Öyle ya, hazır sorular ve yanıtlar döneminde yaşıyorduk. Kendimi okuma, dinleme, izleme dönemine bıraktım. Böylece, daha önceden sorulmuş sorular ve yanıtlarla haşır neşir olduğum bir döneme girmiş oldum. Durmak bilmeden okudum okudum okudum. İzledim izledim izledim. Dinledim dinledim ve dinledim. Oradan oraya savruldum. Herkes ne kadar haklıydı!



En sonunda, bir şey unutmaya başladığımı farkettim: Benim kendi sorularım ve kendi yanıtlarım vardı. Ve aslında, orada öylece duruyorlar ve benim onları farketmemi bekliyorlardı. Üstelik onları keşfetmem için, sürekli dırdır etmeme, kendimle savaşmama ya da başka yerlere bakmama hiç gerek yoktu. Sadece, bütün herşeyi bir kenara bırakıp, kendime fırsat vermeliydim. Kendi sesimi duyabilecek kadar sessizleşmeliydim. Öyle ya, kocaman dalgaların arasına bir taş atarsanız, dalgalarını göremezsiniz. Önce suların durulmasını bekleyip, taşı öyle atmalısınız. Ben de bunu yaptım. Kendi dalgalarımı gördüğümde, bütün yanıtların orada öylece beni beklediğini farkettim. Öz sesim, sadece onu duyabilecek kadar sessizleşmemi bekliyordu. Oysa ben sürekli gürültü yapıp onu bastırıyordum.

Şimdi, alışkanlıklarımla vedalaşmak için çabalıyorum. Yola kendi dalgalarımın salınımında devam etmek niyetim. Öğreniyorum. Keşfediyorum. Kendi özüme dönüyorum. Kendime özgü bir yaşam için uğraş veriyorum. Kendimi özgür kılıyorum ve özgürlüğün tadını çıkarıyorum.

Arada, kendi sesimi duyamaz olduğumda, içime dönüyorum. Sessizleşiyorum. Ve öz sesimin yankısına kulak veriyorum. Bu sıralar ben "Keskin bir dil, aleste bir kulak ve tevekkül dolu bir kalp" ile yaşıyorum.



12 Ocak 2015 Pazartesi

hep

Hep aynı şey oluyor. Ne vakit dibine vursam bu yaşamın-ki benimle birlikte tüm dünya da orada oluyor-, kararıyor hava. Önce hafiften bir rüzgar, sonra inceden bir yağmur ve nihayet bardaktan boşanırcasına dökülüveren denizler.
İşte yine aymadı gün. Doğarken battı güneş. Ve işte kükredi deniz ve dökülüverdi başımızdan aşağıya.
Tepetaklak ediyoruz dünyayı. Dün-ya-yı!
Ve biz, en üstünü değil, en aşağılığıyız cümle mahlukatın. Hep en dipte yaşayan. Dip balıkları dünyanın.

25 Mart 2014 Salı

Ah Be Güzel İnsan!

Hava serin. Yaz akşamlarının serinliği gibi. Keyif veren bir rüzgar esiyor arada; ürperten ama huzur veren bir rüzgar.

Sabah kuş cıvıltılarına uyandım. Öyle telaşlı, öyle keyifli, öyle mutlulardı ki. Uçuyor, konuyor, yuvalarına girip çıkıyor ve mütemadiyen ötüşüyorlardı.
Bir kedi, olanca velveleciliğiyle avazı çıktığınca bağırıyordu yüzüme bakıp.
Hepsini anladım. Telaşlarını, neşelerini, azgınlıklarını, korkularını...

Oysa şimdi, bir kafede oturuyorum. Etrafımda oturan ve geçip giden insanlar. Hiçbiri mutlu değil. Mutsuz da değiller. Hangisinin mutlu, hangisinin mutsuz olduğunu ayırt edebileceğim hiçbir işaret yok aslına bakarsanız. Bu mudur "insan" olarak marifetimiz. Yaşadığımıza dair -ki her iki anlamıyla da: hem yaşıyor olduğumuza, hem de yaşadıklarımıza dair- hiç renk vermeden sürdürüyoruz devinimimizi. Oysa ağaçlar bile çiçek çiçek olmuşlar. Rüzgarda kar taneleri gibi savuruyorlar taç yapraklarını, hışırtıyla savuruyorlar dallarını. 

Gökyüzü bembeyaz bugün. Umudu hatırlatacak tek bir mavilik kırıntısı bile yok. Yine de umut edebiliyorum işin ilginci. Oysa kimse farkında değil umudumun ya da umutsuzluğumun. Minik bir serçe gibi, oradan oraya koşturup cıvıltıyla ses versem. Anlarlar mı ki? Onlar da ortak olurlar mı umutlarıma?

Nasıl bir çelişki içindeyiz değil mi yine? Bir yandan anlaşılmaya bu kadar muhtaçken, bir yandan hislerimizi belli etmemek için gayret ediyoruz. Ödümüz kopuyor çözüverecekler şifrelerimizi diye. Kocaman duvarlar örüp, arkalarına saklanarak yaşıyoruz. Kapıyı açmadıkça kimse girmesin, görmesin, anlamasın istiyoruz. Başka şekilde davranabilmeye cesaret edebilen ne kadar az Allah'ım. Bu mudur insan olarak marifetimiz?

Hava serin. Sonbaharın, pastırma yazına kavuşmadan önceki günlerindeki gibi serin. Ürpertirken rahatsızlık veren cinsten bir serinlik bu. 

Ne garip değil mi, biz şehir insanları havamızı bile benzetmişiz kendimize. Ne renk veriyor, ne anı anını tutuyor. 

Şimdi söyle bakalım, ne havasına, ne insanına güven olan bu yerde, biz nasıl yaşayacağız bu duvarları yıkıp ?      
  

  

26 Nisan 2013 Cuma

Yol Ver

Kendine dönük bir 'DUR' tabelası insan! Bir trafik lambası, her daim kırmızı. Öyle bir tren yolu ki, makas geriye dönüyor en kısa yoldan. Oysa, uzanıyor yol. Ve tek engel kendimiziz yolumuza çıkan. Farketmiyoruz çoğu kez. Öyle çok bahanemiz var ki! Suçsuz olmak için suçlamak gerektiğini kodlamışız bir yerlerde. Aksi mümkün görünmüyor. Ve kendimizi aklamak için battıkça batıyoruz (kendi ürettiğimiz) karanlığa. Oysa, uzanıyor yol. Ve bekliyor geçit vermemizi kendimize.
 
Uzanıyor yol. Geriye bakarsan tanıdık. İleriye bakarsan muamma. Yere baktığında siyah, göğe baktığında mavi. Durup, sadece bir nefes aldığında sonsuz. Her nefeste taze.
 
Öylesine telaşlı ki halim günlerdir. Ya birileri kaçıyor ben kovalıyorum, yahut bir ordu olmalı peşimsıra kovalayan. Dur yok, durak yok. Koşturup duruyorum, nefes almayı bile unutmuş bir halde. Bir "an" durup bakıyorum etrafıma. Derin bir nefesle doluyor bedenim. Her nefeste doğuyor benliğim. Her nefesle doyuyor zihnim. O nefes ki; bedene tazelik, akla besin ve ruha hayat veriyor. Yol dediğimiz aslında, görünmez bir nefes zinciri. Her halka birbirini çağırıyor. Titreşiyor birbirine değen nefesler. Yaşam nefesle kenetleniyor. 
 
Kimse küçük göremiyor nefesi, az önce bir dilencinin ruhunda dolaşan. Kendilerine evler alıyor insanlar. Altından merdivenler yaptırıyorlar içlerine; elmas, pırlanta, zümrüt, yakut. Her yerini bembeyaz bir tazeliğe boyuyor veyahut. Duvarlar örüyor dışına. Kendine ait bir alan yaratıyor aklı sıra. Ayırıyor kendini, geriye kalanlardan. Oysa Karun'un sarayına da girse, aynı nefes. Zalimin nefesi mazluma.. Zenginin nefesi yoksula.. Katilin nefesi maktule geçiyor, son kez. 
Ve biz, her nefes alışımızda yeniden doğup, her nefes verişimizde tekrardan ölen. Nefesin birliğini farketmeyip, hor gören. Biz, nefes almayı bile unutup "hayat" dediğimiz baş döndüren bir koşturmacanın içinde sahte bir varlık savaşı veren. Biz... Nefese yol vermeyen. Ölüyoruz biz. Yaşamıyoruz biz. Sonsuz bir patinaj bizimkisi, dur yok durak yok. Ömür tüketmek...
 
Oysa, uzanıyor yol; eklemiş nefesleri birbirine. Ve her nefes, titretiyor yanındakini. Hepimiz değiyoruz birbirimize, nefesimizle. Evlerini ayırıyor insanlar. Düşlerini ayırıyor. Hislerini ayırıyor. Tek, nefesimizi ayıramıyoruz birbirimizden. Nefes veren ölüyor, alan tutunuyor yaşama. Ve her an, yeniden doğuyoruz hayata. Öyleyse, kutlamayla geçmeli hayat ve şükranla. Bir nefes kadar hafif. Bir nefes kadar görünmez. Bir nefes kadar taze. Merhaba hayat! Merhaba insan!
Merhaba dünya!  


Yazıyı dinlemek için:
  

Record and upload voice >>


 
Kaynak:  http://greenlikebathwater.tumblr.com/ (orijinal kaynağı bulamadım)